Tarihin her döneminde yanılsama, hiç bir koşulda bu kadar gerçek bu kadar gizlenen bir özellik asla olmamıştı.
Bu yanılsama vatan kavramı üstünde gizlenen bir sırrın özünde ifşasıdır.
Bu sır bilinmeyen bir sır değildir Marksistlerin yabancısı olmadığı bir kavramın kendisidir aslında.
Savaş dönemlerinde anayurdun savunulmasıyla ile ilgili sosyal şovenlerle kendi aralarında çizgi çeken saptamalar olsada vatan kavramının özüne ilişkin yorumlamalarda bu şekliyle bir ayrım söz konusu değildir.
Biz bu noktada burjuvaziyle proletaryanın tarihsel mücadelesindeki anayurdun savunulmasını üzerinde polemik yapmayacağız. Bizim tamda bu noktada açığa çıkarılmak istenmeyen yanından yola çıkıp konuya ilişkin yanılsamanın özünü didikleyeceğiz.
Mağara devri insanların döneminde vatan diye bir kavram yoktu.
Daha da ilginci ulusal çit diye tanımladığımız çitler /sınırlarda yoktu.
Günümüz koşullarında kuşların ve yabanıl hayvanların nasıl sınırları yoksa, o zamanda, o dönemin insanlarında bu günkü anladığımız anlamda ‘ulusal çit’ diye tanımladığımız sınırları yoktu.
Toprak üstünde yaşayanların santim ve karesine sahiplenemeyeceği kadar ortak mülkiyetin kendisiydi.
Vatan kavramı, ulusal çitlerle birlikte geliştirilip formüle edilen yalıtımdan başka bir şey değildi.
Yalıtım yanılsamayı doğurdu, yanılsama yalıtımın üstünde gerçeği sorgulamamayı özümsemeyi öğretti.
Elbette bu süreç bir anda kendiliğinden olan bir şey değildi, insan kendi doğası gereği toplumsal etkilenişimin yarattığı sosyolojik davranış şekli ulusal çitlerle başlayan yalıtımın yanılsamasını doğurdu.
Yanılsamanın hakimiyeti ortak mülk olan toprağın egemenler tarafına bir çeşit eksen kaymasını doğurdu.
Eksen kayması şekli mevcut doğal dengenin işlevini yitirdiği, yeni bir dengenin dayatıldığı bir dönemin şeklidir.
Yalıtım ve yanılsama ilk egemen sınıfların toprağı ele geçirme gücünde insanı mülksüzleştirmenin koşullarında önemli bir mihenk taşı olmuştur.
”Genellikle ulusları tanımlayan ve onları birbirinden farklı kılan çeşitli ‘mit’ ve ‘anı’, ‘sembol’ ve ‘değere’ verilen önemin nedeni de bundan kaynaklanmaktadır. Bunlar ise premodern etnik oluşumla ilgili bir çalışma yapmayı gerektirmektedir, çünkü etnisite, genel olarak, modern ulusların oluşumunda adaptasyona ve dönüşüme uğramış, ancak tarihten silinmemiş insan toplulukları için güçlü bir model sağlamıştır; burada, ancak kolektif deneyimlerin tarihsel kalıntılarının izlerini araştırabiliriz.” (*)
Aslında alıntı yapmadan yazıma devam etmek istiyordum, bol kepçe lokantalarının imajına benzer gibi alıntılı referanslarla yazımın içeriğini süslemek bir noktaya varmak istemiyordum lakin bu eserin giriş bölümünde yer alan bu satırları ilgimi çektiği için sadece bu satırları buraya yorumlamadan aktarmak istedim.
Salt determinist açıdan tabiye belki güçlü insan öbekleri diyebileceğimiz giderek kendini kabileye bırakan insan kabile eksenine girme tabiye (ait olma hissi) sürü hissinden başka bir şey değildi.
Bu birazda vahşi doğa karşısında güçsüzlüğün ortaya çıkardığı içgüdülerin yarattığı kaçınılmaz dayanışmadan başka bir şey değildi. İnsanı salt sürü olmada ayıran sosyolojik açıdan kabileleşmeye yöneliş örgütlenme şekli aslında vahşi doğanın insana sunduğu dayanışma iksirinden başka bir şey değildi.
İlkel insanın bu günün modern insanı olabilmesindeki geçen sosyolojik evrimi özünde vahşi doğaya aittir.
Kimi klan ve kabilelerin içlerinde sıçrama tahtası diyebileceğimiz bir süreçte insan beyni alet kullanmayı geliştirdikçe buna bağlı olarak toprağın işlenmesi, kimi hayvanların ehlileştirilmesine varana kadar bir çok başarılı çalışmaları söz konusudur.
Bunlar aynı zamanda kendini döneminin gelişmiş uygarlıklarının ilk nüveleriydi.
Ulusal çitler, ayrımcılığın simgesi olan ulusal diller daha o dönem hiçbiri yoktu.
İnsanlık doğaya karşı savaşımında alet kullanımı önemli bir faktördür.
Alet kullandıkça doğa daha bir iyileştirildiği daha bir evcil oluşunu gözlemlemesi üretim araçlarının gelişimi konusunda bir hayli çaba sarf etmiştir.
Üretim araçlarının kullanımı geliştikçe, üretim araçlarının gelişimi üretici güçlerin gelişimine paralelliği yabancılaşma dediğimiz çağın illeti içinde kendisini bulmuştur.
Üretim araçlarının gelişmesi daha çok kar marjını tetiklerken, daha çok kar daha çok sömürü üzerinde kurumlaşan bir anlamda vatan kavramının doğuşuna neden olmuştur.
Elbette modern burjuvazinin sistem egosunun üstünde yükselen devasa zenginlikle ölçe bileceğimiz çadır tiyatrosundan farksız burjuva parlamentosu öncesinde kral ve kraliçe nezdinde yükselen otoritenin biçimlenmiş şekli kimi zaman devlet diye tanımlayabileceğimiz mülkiyeti krala ait topraklardan ibaret olan ulusal çitleri vardı.
Bu süreç köleci, feodal, kapitalist sistemin, bir çeşit sistem dinamiği olarak bir üst yapı kurumu olan dinselliğin statüsünde vatan kavramı kutsallaştırılarak vatana dair kralın malı olan toprakların sınırları bir şekilde var olmuştur.
Bu yüzden toprak istilalarıyla ünlü talan ganimet savaşlarına dinsel kisveler eklenerek talan ve zenginlik savaşları körüklenmiştir.
Talanın özü dinsel kisveli savaşlarla kutsanmıştır. Amaç burada daha çok zenginleşebilmek olsada, istila edilen topraklarda hazır zenginliğin talan edilmesi ganimet adıyla savaşın cazip kılınmasına neden olunmuştur. Aslında tamda bu nokta da talana karşı vatan savunması kavramı kutsanarak hayat bulmuştur.
Meselenin özüne indiğimizde resmi yanılsamayı araladığımızda vatan savunması diye bir şeyin olmadığını yalın bir şekilde görürüz.
Vatan savunması diye bir şey yoktur, bunun anlamı sadece ve sadece ulusal burjuvazinin hâkim olduğu zenginliği vatan adı altında korumaktan başka bir şey değildir. Ulusal çitlerle yalıtılan insanlar büyük bir özveriyle inşa edilen yanılsamayla bilinci yıkanır.
Sınırlar/çitler/ silahlı ordu/ toplumsal açıdan rasyonel gerçekliği kavrayamayan kitlelerin körü körüne vatan illüzyonuyla aldatılmasıdır.
Elbette bu aldatılma süreci çocukluktan devralınan resmi propagandanın bilinçaltımıza içselleştirilmesiyle ilintilidir.
Yanılsamanın özünde sınırlara dâhil bütün bayraklar o sınırda var olan hâkim burjuvazinin çıkarlarını temsil eder.
Burjuvazinin çıkarları vatan savunması, bayrak gibi soyut kavramlarla yanılsama aracı olarak kullanılmaya elverişli hale getirilir. Bu yanılsamanın özü anlaşılmaması için burjuvazinin kutsallaştırılmasına izin verdiği uyduruk cennet ve uyduruk şehitlik kavramlarıyla kutsanmaları yanılsamanın özünü gizlemekten başak bir şey değildir.
Dünyada hiçbir bayrak ve ulusal çitler vatanı simgelemez gerçekte vatanın sınırları onu simgeleyen uyduruk bez parçalarına yüklenen izafi kavramların ürünü olan nefret ve düşmanlığın alt yapısı olan milliyetçilikle ifade edilemez. İnsanlığın gerçek vatanı ulusal çitlerin olmadığı, sınırların bulunmadığı, dünyanın ilk halidir. İnsanlığın gerçek vatanı dünyanın kendisidir.
Yanılsamanın özüne bakarsak vatan diye bir şey yoktur.
Vatan tanımı sonradan icat edilen suni bir o kadarda subjektif kavramdır.
Toprakların paylaşımıyla ilintilidir.
Dünyanın kendisi özünde bütün insanların vatanıdır.
Bu gün ülkeler olarak tanımladığımız ulusal çitlerle çevrilen toprak parçaları bir yanılsama olarak insanlara sunulan, ulusal çitlerle çevrilen vatan olgusu özünde burjuvazinin çıkarlarını koruma, çıkarlarına hizmet etme eyleminden başkası değildir.
Vatan olgusuyla taçlanıp sunulan yanılsama, (geçmişte egemen sınıfın temsilcisi Padişahlık / Krallıkların vs. hüküm sürdüğü senyörler dere beyleri idi, bu gün ise bunlar burjuvazinin potasında erimiştir) burjuvazi kendi güvenliği için çevirttirdiği ulusal çitleri kendi çıkarlarına örtüşen (devlet örgütlenmesi adı altında örgütlemiş olduğu silahlı gücüyle) iyileştirilmesinin garantisidir ulusal çitler.
Vatan denilen yanılsama çitlerin birebir burjuvaziyle özdeş olduğunu ‘‘vatan’’ sözcüğünün sihir ’i ile üstü örtülerek bilinçli olarak gizlenen bir çeşit illüzyondur.
Marksizm’deki yeri ulusal mücadelenin abartısı bence Lenin ile başlamıştır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi çok başı mahmur bana göre bir çeşit eklektizmdir.
Lenin’in kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi, Kuran’ın tartışılmaz kutsallığı gibi, kutsanıp sorgulanması kapatılmıştır.
Zurnanın zırt dediği yerde tamda burasıdır. Ulusal ve sömürgeler sorunu konusunda ciltlere sığacak kadar argüman geliştireceksin ve geliştirilen argümanlar ileride post modernizme yapı taşları olacak.
Bana göre ulus ve ulusalcılık tali olup temel olmayan kavramlardır, ulusal etnisiyeciliğin özgün durumu burjuvaziyle temel çelişkisi emek ile sermaye arasındaki iflah olmaz antagonist bir çelişki gibi değildir. Bunun üzerinde yükselmez / yükselmemiştir.
Ulusların sınıfsal karakterini tahlilini tahlil edip ayaklar üstüne oturtamama Marksizm’in aslında eksiklerinden birisidir. Lenin bu eksikliği görüp farklı bir yola kanalize etmiştir dahada bir çıkmaza sokmuştur. Ulusların kendi kaderlerini tayin etme ilkesi SSCB’nin yıkılmasıyla tılsımlı consensus bir anda inkara dönüşürken ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı yanılsaması bir birlerini boğazlama sendromuna dönüşmesine neden olmuştur. Yugoslavya bu bakımdan ciddi bir şekilde canlı örnektir. Uluslar kendi burjuvazisi için kendi kaderlerini tamda böyle tayin etmişlerdir.
Yanılsamanın bu boyutunda Marksizm, ulusların nesnel özelliklerini salt sınıf mücadelesi kavramıyla ele alış şekli vatan kavramının yaklaşımı eksiktir. Çünkü Marksizm’in ana ekseni sermaye ve emeğin temel çelişkisi üzerinde gelişmiştir.
Marks hemen hemen bütün eserlerinde birçok kez ulustan ve uluslardan bahsetmiştir lakin ulusların farklı dillere farklı kimliklere farklı ulusal çitler içine hapsedilmesinin ana kaynağına neşteri vurabilmesi kendi sistematiği gereği mümkün olamamıştır .
Yanılsamanın bu boyutunda Marks’ın böyle bir çalışması, böyle bir eseri varsa, var olanı göremeyişimi eksikliğime bağlayabilirim.
Bana göre uluslar uluscuklar daha ufak milliyetler, etnisiyeler vs. bölünme dönemin hâkim sınıflarıyla başlayıp burjuvazinin tahakkümüyle (daha bir şekil alacak tarzda) bir birlerine yabancılaşmayı ortaya çıkartabildiği gibi hâkim sınıfların propagandası olan ötekileştirme yöntemleriyle bölünüp şekillenmişler şekillendirilmişlerdir.
Bu bölünmeyi ben burjuvazinin nezdinde değerlendirmemin en büyük sebebi gelişim çizgisini özellikle burjuvazinin tarih sahnesine çıktığı dönemde tamamladığı için, insanların ulus sürüleri halinde ulusal çitler içine hapsedilmesinin sorumlusunu burjuvazi olarak tanımlıyorum.
Kuşkusuz burjuvazi salt determinist açıdan pay sahibi değildir, bunun uzun erimli bir geçmişi vardır, ama tarih sahnesinde mevcut geleneği devralan burjuvazi olduğu için benim nezdimde bunun müsebbibi burjuvazinin kendisidir.
Yabancılaşma ulusal çitler arasına hapsedilen, kendine özgü uyduruk diller geliştiren adına A-B-C ulusu denilen devasa çitli devasa insan öbekleri, bir birlerine yabancılaşan, birbirini anlamayan milliyetçiliği gereği salt burjuvazisinin çıkarlarını düşünen çılgınca bir ulusa ait olma tebaasını burjuvazi geliştirmiştir.
Burjuvazi sömürüde aslan payını alabilmek kazandığı sermayesinin globalleşebilmesi verimli ortamın hiçbir zaman bozulmasını istemedikleri için, kendi sanayisi kendi çıkarları gereği savaşı körükleyip vatan savunması argümanını geliştirmesine neden olmuştur.
Savunulan ”Vatan” burjuvazinin bire bir vazgeçilmez bir bir tartışılmaz çıkarının kendisidir.
Vatan yanılsamasıyla pazarladıkları savaşlarda hiç bir zaman burjuvazinin kendisi ölmemiştir.
Burjuvazinin birinci derecede soyundan hiç kimse cephede savaşmaz /savaşmamıştır.
Vatan kavramı ve bağımsızlık, bilinçsiz kimselere yutturulan bir çeşit afyon tohumuyla özdeştir. Bu olgu dinlerle paralel yürür. Dinlerde kullanılan inanç afyonu vatanın bekası gibi birlikte kullanılan şehitlik kavramları bu güzellemenin en revaçta olan yanıdır.
Gerçeği hiç bir koşulda bilemeyen yoksul kitleler şehitlik ve cennet adı altında burjuvazinin gerçekte aslı çıkarları için ölüme gönderilir. Savaşların asıl ironisi sunulan pazarlanan şehitlik senfonisinde gizlidir.
Kurtuluş savaşında tek kurşun atmayan can ve bedel ödemeyen o günün hatırı sayılı eşrafı bugünün burjuvazi vardır. Kurtuluş savaşında toprağa gömülen gariban yoksul insanların çocukları burjuvazinin çıkarları için yaşamalarını yitirmiştir.
Ulusları birbirine düşman eden işgal eden kendi ulusal çitlerinin içindeki burjuvazinin kendisidir. Özünde yoksul halk yoksul halk ile bir alıp veremeyeceği yoktur. Aynı zamanda kardeştir.
Bu kardeşlik kendilerine uydurdukları dilleri ve dinleriyle yabancılaşmaya yönelmiş, yabancılaşma kısa sürede düşmanlık hissinde başarı sağlamıştır.
Burada perde arkasında görevini yapan, her şeyi kendi çıkarları için sevk ve idare eden, yeni pazarların hülyasını kuran, bu yüzden savaşı körükleyen burjuvazinin kendisidir.
Yukarıda söylediğimiz satıra yeniden dönecek olursak; özüne bakarsak özünde vatan diye bir gerçeklik yoktur.
Vatan tanımı sonradan icat edilen suni bir kavramdır. Dünyanın kendisi özünde tüm insanların insanların vatanıdır.
Bu gün ülkeler olarak tanımladığımız ulusal çitlerle çevrilen toprak parçaları bir yanılsama olarak insanlara sunulan vatan olgusu gerçekte burjuvazinin çıkarlarını koruma, çıkarlarına hizmet etme eyleminden başkası değildir.
Vatan olgusuyla taçlanıp sunulan yanılsama, geçmişte egemen sınıfın temsilcisi padişahlık / krallıkların vs. hüküm sürdüğü dönemin senyörleri ve dere beyleri idi.
Bu gün ise o hakim sınıfların modern adı burjuvazinin kendisidir. Burjuvazi kendi güvenliği için çevirttiği ulusal çitleri kendi çıkarlarına hizmet eden (silahlı aygıtı) devletin burjuvazinin lehine iyileştirilmesi, yanılsama açısından ulusal çitler vatan mantığının bütünsel açıdan birebir garantisidir.
Vatan denilen yanılsama çitlerin birebir burjuvaziyle (burjuvazinin çıkarlarıyla) özdeş olduğunu ”vatan” sözcüğünün sihir’i ile üstü örtülerek bilinçli olarak gizlemiştir.
Bir kez daha soralım o zaman: İnsanlığın ilk hali olan yaşam sürecinde mağara devri insanlarında vatan mı vardı?
Bu günün uyduruk ulusları mı vardı?
İnsanların tabiiyetine şekil versin diye uydurulan uyduruk (bu gün bir birini anlamayan) uyduruk diller mi vardı?
Elbette bunların hiç biri yoktu.
Yanılsamayı daha iyi anlayabilmek için söyle bir örnek verebiliriz: Dünyadan hızla uzaklaşan bir uzay aracının içinde olduğumuzu varsayalım başka galaksilere yaklaştığımızda dünyamızın yerinde yeller estiği gibi yerini seçemediğimiz toz bulutuna bıraktığını görürüz.
Dünyada toprağın paylaşımı ulusal çitlerin varlığı yok hükmündedir.
Dahada kötüsü kendinden menkul uyduruk ulusların varlığı böbürlendiği milliyetçiğin fena halde yanılsaması olan vatan kavramıda yok hükmündedir.
Yanılsamanın bu boyutunda ille de bir vatandan söz edeceksek dünyanın ilk hali gibi evrenin kendiside kullanabilen her atomun doğallığında kendi öz vatanıdır.
Burjuvazisiz, ulusal çitler nezdinde paylaşımsız, uyduruk yanılsamalarımızdan biri olan ulus’suz, insanlığın mağara devri gibi dünyanın tümüdür vatan, evrenin kendisidir vatan.
Ne zaman toprak işlenmeye başladı, topraktan rant olgusu elde edilmeye başlandı bu işe uyanan dönemin uyanıkları toprağın paylaşımına çoktan başlamışlardı.
Toprağa mülkiyet kavramı giydiren bu gün burjuvazi diye tanımladığımız burjuvazinin soy ağacında yerini alan dönemin hakim sınıfı olan Senyörlerdi.
Toprak sahipleri ve topraksız mülksüz köylüler arasındaki rant mücadelesi bu kez egemenlerin temsilcisi olarak seçilen krallarla toprağın çitlerle çevrilmesine ulusallaşmasına neden olmuşlardır.
Toprağın haksız yere sahiplenilmesi demek, toprağa sahip olamayan insanların toprak sahiplerine tabi olması demektir.
Bunun anlamı emeğin sömürülmesi konusunda atılan adımdır tarihsel emek sömürüsünün tarihsel açıdan ilki bu şekilde sahnelenmiş olmasıdır.
Bu aynı zamanda çitler içine hapsedilen milyonlara varan insanların yoksullaşması toprak sahibinin emrinde boğaz tokluğuna çalışması demektir.
Ulusal çitlerin içine hapsedilme olayı aynı zamanda bir başka ulusal çit içine hapsedilen kendi ırkı olan diğer insan ırkına yabancılaşması demektir.
Yabancılaşma kök saldıkça bir birlerini anlayamayan farklı dil paydalarının hakimiyetinin kurumsallaşması uluslaşmanın ilk nüveleridir.
Farklı ulusal çitlerde yaşayan bir birlerine yabancılaşan suni düşmanlıklarla (bunun adına milliyetçilik diyoruz) birbiriyle savaştırılan ulusların savaşı günümüzde devletleriyle simgesel ulusal kimlikleriyle anılmaktadırlar.
Feodalitede rantın tarihsel şekillenmesi böyle olmuştur. Kapitalizmde ise feodaliteden devraldığı ulusal çitleri tanımlayan vatan kavramı üstünde metaların üretilmesinde izlediği yol dediğimiz emek ile sermaye arasında baş gösteren antagonizma çelişkinin serüveni gelişmiştir.
Marks bu serüvenin gelişimini tahlil etmiştir kafa yormuştur.
Elbette Marks’ın tarih sahnesinde biz insanlığa (burjuvazinin / egemenlerin) yaratıp dayattığı uyduruk ulusları değerlendirmemiştir.
Karl Marks ulusları daha çok sınıf mücadelesi paralelliğinde irdelemiştir.
Kimi zaman aynı ulusal çitler içinde hâkim ulusla kendi burjuvazisini yaratamayan ezilen ulusların uyduruk kimlik mücadelesi özünde emek ile sermaye çelişkisi karşısında ilkel milliyetçilikten başka bir argüman geliştirememiştir. Çünkü kendi tarih sahnesinde emek ile sermaye gibi kayda değer temel çelişkiye hiçbir zaman sahip olamamışlardır.
Yanılsamanın diğer bir boyutu ise dünyanın rasyonel özü, üzerinde yaşayan canlıların vatanı idi. Toprak paylaşıldıkça, egemen güçler geliştikçe, sömürü boyut aldıkça, sınırlar / çitler icat edilerek zapt-ı rapt altına alınan devlet örgütlenmesi hiyerarşik açıdan bir temele otutturulmasına neden olunmuştur.
İzafi vatan kavramı bu yanılsamanın ürünüdür. Bu konuyu bu linkte çök önceleri işlemiştim. TIKLAYIN
Elbette ilk bakış açısı olarak kimi zaman şartlanan beyinler alışıla gelmeyen bir yaklaşım sunulduğu zaman, sunulan yaklaşımı içselleştiremeyeceklerdir.
Bu çok normaldir. 40 yıllık bildiğimizi sandığımız şeyleri ters yüz eder gibi bir anda inkar edercesine, farklı bir pencereden soruna yaklaşıyor olmak tepkisel bir reddin doğal davranışıdır.
Bu bağlamda her teorinin kendi künyesi gereği özümsediği ezberleri farklı bir perspektifi değerlendirememesi aslında yanılsama perspektifinin bir başka boyutudur. Yanılsama bu bağlamda bir çok açıdan ele alınabilir. Her yanılsama bambaşka bir konuyu kendi kapsamı içinde irdeleme /sorgulama yöntem metodolojisi açısından konumuzu dağıtmamak için bununla sınırlı bırakmak istiyorum.
Buna göre ulusların bağımsızlık hareketi temel çelişki olan emek ile sermayenin müzminleşmiş mücadelesi değildir.
Ulusal bağımsızlık savaşları kendi burjuvazisinin çıkarlarını savunmak ya da uluslaşma sürecinde kendi burjuvazisini kendine yeniden ulusal düzeyde bir çiti çizmek isteme / inşa etme mücadelesidir.
Soruna bu yandan bakanlar Türkiye’nin kuyrukçu solunda tabiiki aforoz edilir. Bu sorun sırtında yumurta küfesi taşımayanların sorunudur, özgür düşüncede bunun ürünüdür.
Türkiye solu bir papağan gibi Lenin’in bu handikabını aşabilme yerine papağan gibi kendisi için hiçbir işe yaramayan Lenin alıntılarını tekrarlayıp durur.
Asal açıdan ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı post modernizme tren kaldıran belirgin istasyonun ta kendisidir.
Lenin’in kendi kaderlerini tayin etme hakkı post modernizmin kendisidir, çünkü insan kardeşliğinde var olan realitenin özünü yadsıyarak, burjuvazinin yarattığı ayrımcılığı teoriyle mutlaklaştırıyor olmasıdır. Lenin ve Stalin’in bu konuda vebali büyüktür.
İnsan ırkının bir birine karşı yabancılaştırılmasının mutlaklaştırılmasıdır.
Özüne bakarsan bu topraklarda Kürdün bağımsızlık savaşı da yanlıştır. Türk’ün bağımsızlık savaşı da yanlıştır.
Bu iki savaşın özünde bağımsızlık diye bir şey yoktur.
Bu savaşın içeriğinde gizlenen bir tek olgu vardır oda kendi burjuvazisinin çıkarlarını koruyor olmasıdır. Birisi doğmakta olan burjuvazisinin çıkarları diğeri ise var olan burjuvazisinin çıkarları için savaşıyor olmasıdır.
Burjuvazinin hiç bir koşulda olmadığı bir tarihsel savaşa ancak biz bağımsızlık atfedebiliriz.
Ali Galip Sayılgan
Dip Not
(*) Anthony D.Smith Ulusların etnik kökeni S.10